29 Aralık 2011 Perşembe

Marxizm Bağlamında
Din, Devlet ve Kapitalizm


Şerafettin Sevgili
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Sosyoloji - Lisans




‘Ne mutlu o yoksullara ki öbür dünya onlarındır;
er yada geç bu dünya da onların olacaktır’
F. Engels



Özet


Marxizm ve din ilişkilendirmesi, dinin kapitalizme bakış açısından ve sosyalist sistemin kapitalizme nazaran dinsel topluluklarda daha uyumlu görünmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır. Marxizmin ‘din düşmanı bir ideoloji’ olarak tanıtılması, hakim kapitalist düzenin kendini meşru kılma yöntemidir. Aslında dini kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan kapitalizmdir. Din, kapitalist ekonomide metalaştırılan yalnızca bir kurumdur; bunun yanında hukuk, aile, gelenek ve ahlak da kapitalizm tarafından birer getiri aracıdırlar. Basit bir şekilde dinin piyasa sistemini koruyan bir araç haline getirilmesi ve manevi-duygusal bütün hislerin metalaştırılarak üzerinden rant elde etmek kapitalizmin politikalarıdır. Kapitalizm, ‘işine yarayacak’ malzemeyi alır, kendine göre işler ve onu insanlara sunar; işine yaramayanı ise etkisiz hale getirir. Marx’ın dediği gibi; ‘Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser’. Modern devlet, kapitalizmin bir aracı olarak dini yönetir. Bugün devlet çatısı altında, kapitalizmin sadece kara yönelik uygulamalarını, ‘yasak’layabilen tek bir din yoktur/kalmamıştır.

Anahtar Kelimeler:Din, Marxizm, Modern devlet, Kapitalizm

Giriş

Din ve ideolojinin birbirinden ayırılmayacak noktası zihinsel boyutudur. Pratikler ve oluşum açısından bakıldığında ideoloji ve din, düşün tarihinde, eklektik bir yöntemden yola çıkılarak, sürekli birleştirilmeye, birbirleriyle uyuşturulmaya çalışılmıştır. Bir bakıma kendini meşrulaştırmak, birleştiği tarafı da yüceltmek adına girişilen düşün işlemi her zaman var olmuştur. Buradan yola çıkarak, dinin dogmacı yapısı, ideolojinin pratik ve zihinsel boyutu çoğu zaman hem dinden hem de ideolojiden çok sonra üçüncü kişi/kişiler tarafından yapılmaktadır.
Dinin toplumdaki önemi, din ve toplum var olduğu günden bu yana varlığını korumuş; halen de korumaktadır. Öyle ki bu önemi çiğnemek, toplumda büyük rahatsızlığa yol açtığı gibi, toplumu düşman cephesine koymakla aynı anlama gelmektedir. Dinin eleştirilmesi, her zaman kimi kesimler için gerçekleştirilen bir eylem olmuştur; ancak yeni bir toplumsal sistemin önerilmesi durumunda, toplumun önem verdiği dinin kökten bir biçimde bir kenara bırakılması veya onun değişik versiyonlarının sunulması kolay gerçekleşen bir durum değildir. Toplumsal kuram, bunu ‘göze almaz’; ancak onun yorumlanışı ve sergilenişi, pratikte din ve toplum ilişkisine bakış açısını ortaya koyar.
Marxizmin yalnızca bir ‘toplumsal kuram’ olarak betimlenmesi güçtür, bunun yanında Marxizmin bir bilim, bakış açısı, sosyoloji kuramı, felsefi çıkış, tarihsel perspektif, ekonomi, ideoloji ve din olarak da tanımlandığı görülür. Tüm bu kavramların içinde, Marxizmin topluma bakışı, onu ‘diğerlerinden ayıran temel özelliktir’ denilebilir. Marxizmin toplumsal bakış açısının sosyolojik açıdan önemi büyüktür. Onun ekonomik, siyasal, psikolojik ve tarihsel perspektifinin ayrı ayrı incelendiği sırada dinin de burada yer alması, kimi zaman tepki kimi zamanda hareket oluşturmuştur. Tarihsel materyalizmi kendine yöntem olarak seçen bir bilimin din ile ilişkilendirilerek açıklanması düşünce tarihinde çoğu zaman anlam verilemeyen bir durum olmuştur; ancak pratiğe bakıldığında bunun mümkünlüğü konusunda ifadeler kullanılabilen entelektüel kesim, farklı bir bakış açısı meydana getirmiştir. Marxizmin din ile ilişkisini, Marxizmin mevcut kapitalist toplumdaki din yorumuna dayandıran ve buradan yola çıkan düşünürlerin, genel anlamda bir çelişki içinde oldukları düşünülür. Ancak kapitalizme bir eleştiri olarak doğan sosyalizmin ve ona bilimsel bir şekil veren Marxizmin dine bakışı izlenen yöntem ve görünenle aynı değildir. Marxizmin karşı çıktığı dinin kapitalist yorumu, Marxist dindarların oluşumunu sağlamıştır.
Marxizm, kapitalizmin yarattığı her olguyu onun ekonomik sistemiyle açıklamıştır. Piyasa sistemi üzerine kurulu bir toplum inşa eden kapitalizm, din gibi toplumsal kurumları kendi çıkarına göre şekillendirmiştir. Marxizm ile din arasında ilişki kuran düşünürlerin buradan yola çıkarak bakış açılarını oluşturmaları, hem Marxizm açısından hem de mevcut din algısı tarafından dikkatle incelenmesi gerekir.
Toplumda ve düşünürlerin çoğunda bir çelişki gibi algılanan yönün aslında tam bir örtüşme olduğunu varsayan dindar Marxistlerin üzerinde durulması literatürde çok rastlanan bir durum değildir. Bu makalenin ana konusunu oluşturan din ve Marxizm, kimi zaman oldukça tartışılan, anlam verilemeyen bir konuyken kimi zamanda haklı bir şekilde alkışlanan bir toplumsal bakış açısıdır.
Marxizmin din yorumunun ele alınacağı bu makalede, kapitalizmin böyle bir düşünüşün ortaya çıkmasında önemli bir yerde durduğu açıklanmaya çalışılacaktır. Marx ve Engels’in dine bakışının inceleneceği aşamada kapitalizmin dini kendine göre yorumladığı, dinin bu afyon halinin Marxizm tarafından eleştirildiği önemli düşünürler üzerinden verilecektir. Ayrıca, Marxizmin dine yaklaşımı kadar, dinin Marxizme nasıl baktığı üzerinde durulacak temel konulardır.

I-MARXİZM VE DİN

Marx kapitalizmden yola çıkmıştı. Kendinden önceki ütopik sosyalistlerin kuramlarına bağlı kalmıştır; ancak tespitleri konusunda onlara katılsa da yöntem açısından onlardan ayrılmıştır. Bilimsel bir yöntemi seçen Marx, tarihsel evrelerin devinim içerisinde olduğunu ve ilkel-komünal, köleci, feodal, kapitalist dönemlerin bu tarihsel evreleri oluşturduğunu gözlemlemiştir. Ona göre her tarihsel evrede bir devrimci sınıf vardır ve bu sınıf bir diğer evreye geçişte devindirici güçtür. Kapitalist dönemden önce feodal yapılanma içinde burjuva, devrimci sınıftır. Derebeyleri yıkarak kapitalist çağı başlatmışlardır. Marx’ın bu tespiti her tarihsel dönem gibi kapitalist çağ için de geçerlidir. Kapitalizm, oluşurken kendi içinde devindirici güç olarak işçi sınıfını barındırmaktadır. Burjuva nasıl feodal yapıyı yıkıp, kapitalizmi kurduysa işçi sınıfı da kapitalizmi yıkacak ve sosyalizmi kuracaktır.

Marx bu öğretilerini bilimsellik içinde oluşturmuştur. Hegel’in diyalektiğini idealizmden kurtararak materyalist bir yöntem üzerinde şekillendirmiştir. Tez-antitez ve sentez aşamalarını toplumsal devinimleri anlamada kullanmıştır. Ona göre her şey diyalektiktir. Toplumun çağ değiştirmesi de diyalektik kurallara bağlıdır. Feodal toplumsal sistem bir tezdir; burjuva buna bir antitez olarak ortaya çıkar ve sonuçta sentez olarak kapitalist çağ oluşur-başlar. Ancak Marx’ın üzerinde durduğu önemli bir nokta ise olgunlaşma evresidir. Bir tarihsel evre tam olgunlaşmadan, bir sonraki sisteme geçiş birçok toplumsal sorunu da beraberinde getirir. Marxizmin, anarşizmden ayrılan bir noktası da budur.

Marx’ın sosyalizme kattığı bilimsel yöntem, sosyalizmi ütopizmden kurtarıp, hayata ‘geçirilebilecek’ bir toplumsal sistem haline getirmiştir. Kapitalizmin işçi sınıfı üzerine yüklediği ağır yükü ortadan kaldırmak, işçinin emeğinin tamamına sahip olabilme umudu Marksizm ile ‘ulaşılabilir bir sistem’ haline gelmiştir.
Sosyalizm, toplumsal ve ekonomik birçok yeni oluşumu bünyesinde barındıran bir sistemdir. Devlet şekli, mülkiyet, insan hakları, kadın ve doğa gibi birçok konuda mevcut sisteme aykırı bir tavır içerisindedir. Özellikle sosyalizmin ekonomik görüşü kapitalist ideoloji tarafından kesinlikle reddedilmiştir. Kapitalizmi yaşatan ve onun temel taşı durumunda olan özel mülkiyet, sosyalizm tarafından ortaklığa devredilmektedir. Sosyalizme göre özel mülkiyet ve ekonomik ilişkiler toplumsal bozuklukların temel nedenidir. Ve yine Marxist sosyalizme göre ekonomik ilişkiler, diğer toplumsal sistemleri etkiler; aile, devlet, siyaset ve en önemlisi dinin kullanılması ekonomik ilişkiler sonucunda belirlenir.

Sosyalizmin ekonomik doktrinini esas olarak şu cümle-slogan özetler; herkesten yeteneğine göre alıp, herkese yeteneğine göre dağıtılması. Bu cümle aslında, toplumsal bölüşümün yanında birçok anlam barındırmaktadır. Herkesten yeteneğine göre alınması, toplumda herkesin aynı olmadığını ve sosyalizme yönelik yaygın görüşlerin başında gelen sosyalizmin insanları tek tipleştirdiği düşüncesini çürütmektedir. Sosyalizm insanları aynı ve eşdeğer değil aksine farklılıklardan oluşan bir bütün olarak ele alır. Herkese ihtiyacına göre verilmesi de sosyalist görüşün herkesin ihtiyacının farklı olduğu görüşüne sahip olduğunu göstermektedir. Toplumdaki bütün bireyleri aynı kefeye koymamasının yanında, bunun gelecekte de böyle olmayacağının garantisini vermektedir.
Toplumsal paylaşımı bu şekilde belirleyen sosyalist sistemin oluşabilmesi için iki temel şartın oluşması gerekmektedir; ilki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Özelikle üretim araçlarının mülkiyeti konusuna eğilen sosyalizm, üretim araçlarının şahısların ellerinden alınıp topluma devredilmesi gerektiğini belirtmektedir. Böylece topluma ait malların, araçların tekeli birkaç kişi yerine tüm topluma ait olur ve yine birkaç kişi yerine tüm toplum refah içinde yaşar.

Oluşması gerekli ikinci şart ise emek sömürülmesine son verilmesidir. İşçi, çalıştığı kadarını yani alması gereken hakkını aldığı ölçüde adil bir sistem işlemeye başlar. Kapitalist ekonomi, işçinin kendisi için çalışmanın yanında patronu içinde çalışmayı zorunlu tutar. Çünkü patron iş kuran ve işverendir. Yalnızca bu özellikleri bulundurması patronun yıllarca çalışmadan servet sahibi olmasına önayak olur. İşçiler işverene kendi ihtiyaçlarından fazla çalışırlar. Bu şekilde patron hiçbir emek sarf etmeden, işçinin sırtından servet sahibi olabilmektedir. Sosyalizm bu sistemi kırarak buna sebep olan üretim araçlarını topluma devretmektedir. Toplum adına işletilen fabrikalarda işçiler kendi ihtiyaçları kadarını çalışıp tam karşılığını almak için uğraşırlar.
Sosyalizm, insanın insan tarafından sömürülmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sömürü sınıfların ortaya çıkmasıyla beraber her tarihsel devirde var olmuştur; ancak kapitalist dönemde en üst seviyesine, emperyalizm düzeyine gelmiştir. Kapitalizmden önce belirli zamanlarda birtakım dini öğretiler sınıfsal ayrımı kaldırmaya yönelmiştir. Ancak kapitalist çağda, kapitalizm sisteminin bir parçası olan sekülerleşme dinin bu öğretilerini dahi engellemeye çalışmıştır; ancak kendine dinsel bir yön kazandırmayı da başarmıştır.
Kapitalizm de sosyalizm de ekonomik birer sistemi ifade etmektedir. Kapitalizm serbest piyasa ekonomisini ve özel mülkiyeti serbest kılarak toplumda ‘özgür’ bir ortam oluşturmaya çalışır. Dayattığı ekonomik özgürlük, herkese açık görünmektedir. Fakat görünen ile gerçek bir değildir. Kapitalist düzende ezilmemek için ezmek esastır. Sistem bu şekilde işleyince toplum ezen ve ezilen olmak üzere farklı sınıflara ayrılır. İşçi-patron ilişkisi bunun en açık göstergesidir. Tüm bu olumsuz durumların yanında devlet problemi de azımsanacak kadar değildir. Marx devleti bir üst yapı kurumu olarak belirlemiştir. Bugün devlet kapitalizmin denetimi altındadır. İktidar, zengin ailelerle işbirliği içinde ülkeyi yönetmektedir.
Din Halkların Afyonudur.

Cemaatten cemiyete doğru ilerleyen toplumlarda, çalışma yaşamı da bir evrim geçirmiştir. Kendi ihtiyaçların karşılanması amacıyla sarf edilen emek, sanayi toplumlarında piyasaya güç veren bir faktör haline gelmiştir. İşçinin emeği sistemli bir şekilde kapitalizm doğuşuyla birlikte sömürülmeye başlanmıştır. Üretim araçlarını eline bulunduran sınıf, çalıştırdığı işçilerin emekleri üzerinde hak iddia ederek, bunu hukuk kuralları ve dinsel birtakım söylemlerle meşru hale getirmiştir. Bu durumda işçi ve ezilenlerin direnişi hegemonik araçlarla engellenmeye çalışılmıştır.

19. yüzyıl işçi hareketlenmeleri ve düzene karşı bir tavrın oluşması yönünde önemli olaylar olmuştur. Yıllar boyu köyden toprak sıkıntısı nedeniyle kente gelip işçi olan köylüler, çok az bir miktar para karşılığında çok zor şartlar altında yaşayan bir işçi yığınını oluşturmuştur. Eşitsiz işleyen bir sanayi toplumunda bu duruma eleştiri yağdıran sosyalist akımlar, zamanla oluşan bir bilinç sayesinde yığın halinde olan işçileri, sistem karşısında bir işçi ordusuna dönüştürmüştür.
Kapitalizm gücünü dinden ve devletten almıştır. Her iki kurumu arkasına almakla kendini bir bakıma garantiye alan bu sistem, bir süre sonra bunları kendine uydurmaya çalışmıştır. Sosyalist akımların bu duruma yönelik eleştirileri, özellikle dine yönelik eleştiri gibi algılanmıştır. Oysa Marx dediğinde haklıdır;
‘Din halkların afyonudur’
Çünkü dönüşüme uğratılan dinsel inançlar kapitalizmin haksızlıklarını meşru hale getirmiştir. Bu durumda işçilerin bir bilince sahip olması da zorlaşmıştır. Marx’ın bu söylemi ona karşı çıkan veya onu kabul eden büyük bir düşünür kitlesi tarafından olumsuz anlam yüklenmiştir. Kimi marxistler bile Marx'ın dini afyon olarak belirtmesini mevcut kapitalist ideoloji çerçevesinde anlamış ve ona olumsuz bir anlam yüklemiştir. Oysa pasajın tamamına bakıldığında görülüyor ki, aslında Marx, dini kötülemekten çok ona insani bir anlam yüklemektedir;

Dinsel sıkıntı, hem gerçek ıstırabın bir ifadesi hem de gerçek ıstıraba bir protestodur. Din mazlum varlığın feryadı, ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın hissiyatıdır. Din halkın afyonudur
2.


Marx’ın kastettiği din ‘yeşil kapitalistlerin’ dinidir. Dinsel birtakım şekillere bürünerek dinin asıl kaynağı olan hak kavramının gözetilmemesi, dini olduğundan çok farklı göstermektedir. Özellikle kader anlayışına dayalı bir takım toplumsal afyonların üretilmesi Marxizmin bu dine karşı durmasını sağlamıştır. ‘Senin kaderin bu’ diyerek bir takım haksızlıkların dine mal edilmesi, ‘toplumda mutlaka ezen ve ezilen olacaktır, bu Allah’ın takdiri’ gibi dinde olmayan sözlerin doğru gibi insanlara anlatılması din Marxizm çatışmasını doğurmuştur. Oysa Marxizmin ‘karşı çıktığı’ din, kapitalistlerin değiştirilmiş dinidir. Bu karşı çıkış yalnız Marxizme ait değildir. Batı sosyalizmini öğrenen, İslam dinini benimsemiş birçok düşünür, İslam’a getirilen bu yoruma karşı çıkmıştır. ‘Dine karşı din’ anlayışıyla ali Şeriati bunların başında gelmektedir.
Marx’ın dini bir kenara attığına inanılır çoğun, ama bu doğru olmaktan çok uzaktır. Marx, dinin, ‘kalpsiz bir dünyanın kalbi’ olduğunu, günlük gerçekliğin acımasızlığından kaçıp sığınılan bir liman olduğunu belirtir(Giddens, 2000: 532).

Marx’a göre din, bu dünyadaki mevcut koşullara müdahale etmeyi bir yana bırakmayı öğretmekte, mutluluk ve ödülleri ölümden sonraki hayata ertelemektedir. Dikkatlerin bu dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlikler üzerinde yoğunlaşması önlenmekte, insanlar öteki dünya vaadiyle avutulmaktadır. Din, güçlü bir ideolojik öğeye sahiptir: Dinsel inanış ve değerler, servet ve güç dağılımındaki eşitsizlikleri makul göstermeye yaramaktadır. Örnekse, ‘yumuşak başlı kişilerin dünyanın varisi olacağı’ yolundaki inanış, azla yetinmeyi ve baskıya boyun eğmeyi önermektedir (Giddens, 2000: 532).

Din Bir Üstyapı Kurumudur

Marx, toplumsal kurumları açıklarken altyapı ve üst yapı kavramlarını kullanır. Üretim araçlarının ve ekonominin temel araçlarını oluşturduğu altyapı kurumu, toplumun bütün dinamiklerine etki eder, kimi zaman belirler. Dinin, hukukun devletin ve ailenin içinde bulunduğu üstyapı kurumu ise altyapı tarafından şekillendirilir. Kapitalist toplumun bu sistemi, Marx’ın açıkladığı ve çoğu zamanda eleştiriyle karşılaştığı konudur. Ancak kapitalist toplumun yapısına bakıldığında Marx’ın böyle düşünmesi doğal bir durumdur. 16. Yüzyılda oluşan ulus devletin bugünkü modern devletin temellerini oluşturduğu düşünüldüğünde bunu kapitalizmden ayrı düşünmek olanaksızdır. Kapitalizmin denetimi altına aldığı modern devlet, kapitalizm tarafından şekillenen bir kukla halini almıştır. Hukuk ve ‘adalet’ kapitalizmin denetimi altındadır; siyaset kapitalizmin istediği şekilde işler; aile kapitalizmle yeni bir şekle bürünür. İşte Marx’ın bir üst yapı kurumu olarak tanımladığı dinde böyle gelişir. Modern devlet üzerinde her şeyi tekeline alan kapitalizmin, toplumun en önemli öğesi olan dini etkilememesi düşünülemez. Mutlaka onu çıkarlarına göre şekillendirecekti. Bu kimi zaman dinin temel öğretilerini bile değiştirmeye yol açacaktı.

Marx’ın sınıflar konusundaki çatışmacı yaklaşımı çoğu zaman tepki alan fakat toplumsal gerçekçi bir yansının eseri olduğu bugünkü kapitalizmde kendini gösterir. Tarih boyunca iki sınıfın biçim değiştirerek birbirleriyle sürekli savaşmaları Marx’a göre temelde ekonomik sebeptendir. Maddi sebeplerin şekil değiştirerek sebep oldukları bu mücadelede hakim sınıf toplumsal argümanları elinde bulundurarak kendini sürekli hale getirmek ister. Bu amaç doğrultusunda dini, hukuku, aileyi ve ekonomik ilişkileri kendi çıkarına göre düzenler. Üst yapı kurumları hakim sınıfın denetimi altına girer. Alt sınıfın mücadelesi bu kurumlar tarafından engellenmeye, meşruluğu yok edilmeye çalışılır.

Marx’ın tarihsel perspektifte incelediği sınıf savaşımları tarihi üst yapının engeliyle karşılaşır. Marx sadece dine değil, kapitalist toplumun şekillendirdiği bütün kurumlara karşıdır ve onları kaldırmaya yönelik bir sistem sunar. Yoksa sosyalist veya komünist düzende bir ‘hukukun olmayacağını’ Marx söylememiştir. İnsanların doğal ve insani, tahakküme dayanmayan hukuku geçerli olacaktır. Yine aile ve aşk gibi insani olguların sosyalist düzen için ne zararı olabilir? Veya insanların vicdanını ve en zor duruma düşen insanın bir tanrıya sığınması sosyalizm için ne kadar yıkıcı olabilir? Asıl sorun bu kurumların varlığı değil kapitalizm ve mevcut sömürücü düzen tarafından bu kurumların kendi lehine düzenlenmesi ve bir hegemonik araç olarak sunulmasıdır.

Din, İnsan Üretimidir

Marx ve Engels’in birkaç pasaj dışında dine olumlu bir anlam yüklediklerine rastlanılmaz. Düşün tarihi boyunca Marxizm bu konu çerçevesinde aldığı eleştiriler saylamayacak kadar çoktur. Hatta kimi zaman Marxizmin yorumlanışı dahi dine bakışı üzerinden yapılmaktadır.
Marxizm tarihsel materyalizmden yola çıkarak toplumu anlamaya ve açıklamaya çalışır. Toplumsal hareketlerin, değişimlerin ve çatışmaların ana kaynağı zihinsel değil, maddi süreçlerdir. Bu demek değildir ki Marx’ın veya Engels’in ‘materyalist oldukları3’yönündeki tartışmalardan doğan bir söylemdir. Her bilim gibi maddeden yola çıkan Marxizm toplumu tarihsel materyalizm yöntemiyle anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Bu yöntemi Marx ve Engels şöyle açıklamışlardır;

‘‘Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetlerine ve karşılıklı maddi ilişkilerine bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri vb. üretenler insanların kendileridir, ama bu insanlar, sahip oldukları üretici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkinlik düzeyine tekabül eden karşılıklı ilişkilerin koşullandırdığı gerçek, faal insandır. […] insanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki karanlık odadaymış gibi baş aşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün, ağ tabakası üzerinde ters durumlarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir’’(1976: 24)

Topluma yönelirken belirli toplumsal değerlerin yanlışlığına ve bunların yavaşlatıcı etkisine değinirken marxistler; birer ‘Sovyet ajanı’, ‘din düşmanı’ ve ‘toplumu çatışmaya yönelten ideologlar’ oluvermişlerdir.
Marxistlerin dine ‘inanmaması’ kuramlarının yanlış olduğu anlamına gelmemektedir. Dinin bir insan üretimi olduğunu iddia etmeleri kapitalist toplumda dine yüklenen işlevler dolayısıyla böyle düşündürmeye yönelmeleri doğal bir durumdur. Dinin afyon halinin toplum üzerindeki olumsuz yansımaları elbette Marxizm tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak pratik anlamda mevcut liberal düzenin dine ‘açık’ gibi görünmesinin nedeni kapitalistlerin kendi oluşturdukları dini benimsetmelerinin bir sonucudur. Bugün kapitalizmin ürettiği görünürde özgürlük, din alanında da varmış gibi kabul edilir. Oysa dinin tamamen piyasa ekonomisiyle uyum içinde olduğunu düşünmek Marx’ın onu bir insan üretimi olarak tanımlamasından; dine daha büyük bir yanlış anlaşılma katmaktadır. Kapitalistler şekillendirdikleri dini gerçek dinmiş gibi sunmaları ve marxistlerinde buna gerekçelerle karşı çıkmaları olağan bir durumdur.

‘‘Dine karşı eleştirinin temeli şöyledir: insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Gerçi, din henüz kendi kendini bulmamış olan ya da kendini yeniden yitirmiş insanın kendi hakkındaki duygusu ve kendi hakkındaki bilincidir. Ama insan, dünyanın dışında bir yerlere çekilmiş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın düzeyine indirgenmiş mantığı, manevi son point d’honneur, coşkunluğu, ahlaki bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi, evrensel avunması ve haklılığıdır’’
(Marx-Engels, 1976: 37).

‘‘Eleştiri, zincirlerin üstünü örten hayali çiçekleri yoldu; bunu, insanı hakikî mutsuzluğa götüren zinciri taşısın diye değil; zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın diye yaptı. Dinin eleştirisi, hayalleri olmayan, akıl çağına gelmiş bir insan gibi kendi gerçeğini düşünsün, etkilesin, ona biçim versin diye, kendi çevresinde, yani gerçek güneşi çevresinde dönsün diye insanın hayallerini yıkmıştır. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen hayali güneşten başka bir şey değildir” (Marx-Engels, 1976: 39).

‘‘Öyleyse tarihin görevi hakikatin ötesinin ortadan kalkmasından sonra, bu dünyanın gerçeğini göstermektir. İnsanın kendi kendini yabancılaştırmasının kutsal biçimi [din] bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal olmayan biçimlerde kendi kendini yabancılaştırmanın maskesini indirmek ilkin tarihin felsefesinin görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine; dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür” (Marx-Engels, 1976: 39).

Marxizm ile din arasında bir bağlantı kurmak oldukça güçtür. Hem Marxizmin materyalist yorumu hem de dinin bu materyalist yoruma tepkisi iki alanın birbirinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Fakat iki alanın birleştirilmeye çalışılırken unutulan bir faktör vardır ki oda her ikisinin de farklı alanlar ve uğraşlar olduğu konusudur. Din insanları inançlarına göre değerlendirmeye tabi tutarken, Marxizm bir değerlendirmenin uzağında insanları hayvanlardan uğraşlarına, yaşam tarzlarına göre ayırır;
‘‘İnsanlar hayvanlardan, bilinçle, dinle ya da herhangi bir başka şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlıyorlar. Bu onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu olan bir ileri adımdır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, detaylı olarak kendi maddi yaşamlarını da üretirler’’
(Marx-Engels, 1976: 19)


II-KAPİTALİZM VE DİN
Marxizmin din eleştirisi kapitalizm üzerindendir. Bugün kapitalizmin devlet kanalıyla biçimlendirdiği din, insanlık tarihinde özü değiştirilmiş, piyasa sistemini kabul eden bir din haline gelmiştir. İktisat toplumunda dinin yeri ancak mazlum üzerinde tahakküm kurma aracıdır. Oysa din bir sivil toplum kurumu olarak her ne kadar devlet onu etkisi altına almaya çalışsa da özerkliğini bir nebze korumaktadır. Dinin anarşist yönü burada ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman devletin ‘dizginlemek’ istediği din, tüm potansiyeliyle devlete karşı olabilmektedir. Tarihte başkaldırı ve isyanların çoğunlukla din ve ekonomi üzerinden çıktığı görülmektedir. Ancak modern toplumda din sivil toplum statüsünde bile olsa kapitalizm ve devlet tarafından etkisi azaltılmış durumdadır.

Devlet çatısı altında örgütlenen din, iktisat toplumuna özgüdür(İnsel, 2006). Devlet, dinin öğretilerini bir kurum aracılığıyla düzenleyerek topluma kapitalizm yorumuyla sunmaktadır. İşçilerin grev yapmalarının iş sahibine zarar vereceği; dinde böyle bir ahlakın olmadığını ilan eden diyanet kurumları kapitalizmin ürettiği modern ulus devletin bir parçasıdır.

Devlet, dini belirli bir forma dökmeden kendine ait bir kurum haline gelmez, mutlaka onu devleti, piyasa sistemini ve burjuva sınıfını koruyan hale getirip öyle empoze eder. Bir din düşünelim ki, devlet mekanizmasını tamamen yasaklayan, kapitalizmi günah olarak gören ve piyasa sistemini bir şeytan olarak tasvir eden bir yapıda olsun. Devletin bu dine sahip insanlar üzerinde otorite kurması zorlaşır. Bu sefer dinin muallak kısımlarından yola çıkarak onu şekillendirir, ‘din adamlarının’ güvencesiyle fırına verir ve pişirilen dini bir hegemonya olarak fakir, yoksul, altsınıf tabakasına ücretsiz sunar.
Piyasa Ekonomisi ve İslam Dini
Kapitalizm ideolojik araçlarla meşruluğunu korur. Dinin piyasa ekonomisiyle uyuşturulan kısımlarının cımbızla alınıp, topluma kaderci bir anlayışla sunmak, en çok İslam dininin yaygın olduğu Türkiye gibi ülkelerde kendini göstermektedir. Cumhuriyetten kısa bir süre önce oluşmaya başlayan ve cumhuriyetle tam anlamıyla hız kazanan, bir burjuva sınıfı oluşturma gayreti dünyada bir ilktir (Mardin, 2009: 117).
Bir burjuva sınıfının oluşmasıyla başlayan, piyasa sistemi ve dinin birbirine ‘uyumunu’ gerçekleştiren Türkiye’de bu durum meşru hale gelmiştir. Öyle ki piyasa sisteminin İslam kesin uyuştuğu konusunda kuşku bile duyulmamaktadır 4.

İslam’ın piyasa ekonomisine ve kapitalizm ile ilişkisine değinen sosyalist İslamcı düşünürler5, birbirine tamamen zıt olgular olduğunu açıklamaya çalışmışlardır. İktisat toplumunun İslam dinine uygun olmadığını, bunun zaman içerisinde, kapitalizm ve merkeziyetçi devlet tarafından uygun gibi gösterildiğinden yola çıkmaktadırlar. Bu konuyu Muhammet Nur Denek şöyle açıklıyor;

‘İslam’ın iktisadi kuralları, aşırı zenginlik ve aşırı fakirliğin toplumda oluşmasını engellemeye yöneliktir. Toplumda aşırı fakirliğin ortaya çıkış nedeni, zenginlerin, imkan sahiplerinin, işverenlerin, patronların, gayrimenkul ve toprak sahiplerinin, din adamı kisvesine bürünenlerin, siyasi iktidar sahiplerinin, sahip olmuş oldukları imkanların, para hırsı, iktidar hırsı, daha lüks ve şatafatlı bir yaşama ulaşma arzularının; ancak mahrumların, imkanı olmayanların, işçilerin, kiracıların sermaye sahibi olmayanların emeklerini sömürmeleriyle mümkün olabilmesidir. Bu sömürü bazen işverenin işçisinin emeğini gasp etmesiyle, bazen faiz sistemiyle, bazen gayrimenkul ve toprak sahiplerinin faizin bir nevi olan hırsızlıklarıyla, kimi zaman da din adamı kisvesine bürünen alçakların ezilen, mahrum, mazlum ve zavallıların kanlarıyla beslenmesine yol açar (2010: 12-13).

İslamcı Sosyalistlerin Din yorumu bu şekildedir, ancak son zamanlarda oldukça çoğalan İslam’ın piyasa ekonomisi yorumu, bir gerçekliğin ötesinde merkez kapitalizme destek olmak ve mevcut para babalarını desteklemekten öteye entelektüel bir çaba sarf etmemektedir. İslam’ın kapitalist yorumunu sunan düşünürler, ‘İslam’ın öngördüğü yaşam tarzının, somut bir siyasal yönetim önermediğini, istişare kurumundan ve Medine vesikasından hareketle oluşturulacak demokratik siyasal bir modelin İslam dinini ilkeleriyle çelişmeyeceğini, özel mülkiyet hakkı ve çalışma koşullarına ilişkin hükümlerin serbest piyasa ile telif edilmesinin mümkün olduğunu öne sürmektedirler’(Demir, 1999: 15).

Serbest piyasa İslamcılarına kısaca değinecek olursak;
Norman Barry, ‘sivil toplumun seküler bir temele oturtulmasına rağmen, piyasa ilişkilerine ahlaki ve dini meşruluk sağlayan bir kuramsal çerçeve sunduğu için cazip bir kavramsal model olarak savunulduğunu vurgulamaktadır. Ona göre İslam, piyasa ekonomisi, sivil toplum ve demokrasi arasında bir uzlaşım vardır. Faiz yasağı dışında, özel mülkiyet, serbest ticaret ve serbest girişimcilik gibi piyasa ekonomisinin temel unsurları, İslam’ın öngördüğü iktisadi modelde serbest bırakılmış, hatta tasvip görmüştür’ (Demir, 1999: 19)

Demir’ e göre ‘serbest piyasa ortamında insanların, başka bir zorlama olmadan, piyasanın öngördüğü işbölümüne uygun davranmaları, sözlerinde durmaları yeteneklerini taahhüt ettikleri şekilde yerine getirmeleri için piyasa dışı bazı kurumlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu açıdan hukuk, ahlak ve din, başta gözetim ve denetim maliyetleri olmak üzere bireylerin piyasada yürüttükleri işlemlerin maliyetlerini gözle görülür bir biçimde düşürmekte, piyasa kurumunun daha etkin çalışmasına katkıda bulunmaktadır’ (1999: 23)

Demir’in dine piyasayı koruduğu için yüklediği işlev bir doğruluğu yansıtmaktadır. Ancak bir kez daha görülüyor ki dinin bir vicdan ve tanrı-kul ilişkisinin ötesinde, Marx’ın belirttiği gibi kapitalizmin bir yürütücüsü haline getirildiği, entelektüel bir kesim tarafından olumlu bir şekilde belirtilmektedir. Oysa kapitalizm ve emperyalizm değil İslam’la uyuşmayı asırlarca İslam topluluklarına savaş getirmekten başka bir şey yapmamıştır. Piyasa toplumu ki temelini faizden alan, ekonomik kıstaslarla toplumu iki uçuruma bölen, merkezi devlet sistemiyle görünen/görünmeyen bir tahakküm oluşturan bir sistemdir. Komşuyu komşuya düşüren, komşusu aç iken tok yatıran bir sistemdir. Kur’an’da açık bir şekilde yasaklanan faiz, bugün kapitalist toplumda adı değiştirilerek kar payına dönüşmüştür. Kapitalizm kesin bir şekilde yasaklanan faizi bile adını değiştirerek İslam toplumunda meşru kılabilmiştir. Denek’e göre ‘faizin yasaklanmasının temelinde yatan ana etken malın (sermayenin) gelir getiren bir metaya dönüşmesinin engellemektir, aksi takdirde sermaye gelir getiren bir değer halini alacak ve üretim toplumsal ekonomideki önemini ve değerini yitirecektir. Faizin ortaya çıkardığı emeğin ve üretimin hiçbir öneminin kalmadığı sadece sermayenin değer halini aldığı zulüm sistemi, kapitalizm olarak kendini göstermiştir’(2010: 60).

SONUÇ/DEĞERLENDİRME
Kapitalizmin toplumlara dayattığı modern dünya, insani ilişkilerin, aşkın ve sevginin metalaştırılarak insanlara sunulmasıdır. Devletin önemli bir rol üstlendiği bu durumda hukukun, ailenin ve dinin piyasanın birer kolaylaştırıcısı haline gelmeleri, kabul edilemeyen, fakat meşru hale getirilmeleri nedeniyle kabul edilmek zorunda bırakılan birer denetimsel araç biçimi almıştır. Devletin vicdani duyguları bile denetimi altına almayı başarması, kapitalizm sürecinde dinin ve duygunun basit birer meta haline getirilmeleri, modern ulus devletin birer sonucudur. Bu duruma karşı tepki oluşturan dinsel grupların çok azınlıkta kalmaları, genelin isteyerek veya istemeyerek, kapitalizmin bir uygulatıcısı olan devletin dinine inanmaları toplumsal süreçte bir sona gelindiğini gösterir. Farkında olmadan, yanlışların doğru olarak algılanması, kapitalizmin isteği ile devletin uyguladığı bir politikadır.

Kapitalizmin, tarihte en çok eleştirilen sistem olmasına rağmen, en kolay bir biçimde varlığını sürdürmesinin nedeni, onun kendi kendini bitireceği söylemini ortaya koyan Marxizmin bir eseridir. Marxist yöntem, kapitalizmi kendi haline terk ederek onun kendiliğinden yıkılmasını beklemiştir. Olgunlaşması, olgunlaştıkça sömürmesi, sömürdükçe kendi içinde kendini bitirmesi, kendisiyle çelişkiye düşmesi. Marx’ın ‘sabrı’ kimi zaman anlam verilemeyen ancak izlenecek yolların tümünden daha etkili olmuştur. Kapitalizme ve devlete bir düşman olarak ortaya çıkan, kökünü tarihin derinliklerinde bulan fakat bugün pek rağbet görmeyen anarşizm, yok etmek istediği şeyleri güçlendirmek ve onları daha bir meşru hale getirmekle içine düştüğü yanılgıdan kurtulamamıştır. Oysa Marxizm hem yöntemi hem de önerdiği pratikle bugün dinlerde bile karşılığını bulmuştur. İslam sosyalizminin adalet referansı ve kapitalizme karşı olması, Hristiyanlık teolojisinin isyancı ruhu marxizmde ruh bulmuştur. Genel anlamda bir din ile materyalist bir bilimin ne ortak yönü olabileceği oldukça tartışılan bir konudur. Fakat kapitalizm açısından kurama yaklaşıldığında görülüyor ki İslam ve Hristiyanlık gibi semavi dinlerin esas yapısında piyasa toplumundan çok sosyalizm ile uyuştuğu kanısına varılır. Probleme düşman taraflar açısından bakıldığında Marxizm ve dinlerin ortak paydası düşmanlarıdır. Bunun yanında sosyalizmin insana insan olduğu için eşitlik getirmesi, ona bir ekonomik değer olarak değil de varlık sebebine inmesi önemlidir.

Kapitalizmde dinin aranması, kapitalist dinin bulunmasına yol açar. Din, her türlü faşizmden ve ayrımcılıktan uzak, bireyin tanrıyla iletişimidir. Oysa bugün kapitalizm ve emperyalizmin meşru faşist uygulamaları İslam’da piyasa ekonomisini arayanları bir daha düşündürmeye sevk etmelidir.



 -----------------------------------------------------
2 Marx’ın din üzerine söylediği bu ünlü söz, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nin (Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie, 1843) “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” (A Contibution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right) adıyla anılan Giriş bölümünde yer alır.

------------------------------------------------------
3 Marx kesin bir dille ateist olmadığını belirtmiştir.
“Ben, – kendisini dinleyen çocuklara gulyabaniden korkmadığını inandırmaya çalışan çocuğu hatırlatan – ‘ateizm’ etiketini […] reddediyorum.” (Brief an Arnold Ruge, 24 Kasım 1842)
------------------------------------------------------
4 Bkz. Demir, Ömer. (editör) ‘İslam, Sivil Toplum, Piyasa Ekonomisi’ Liberte Yayıncılık, Ankara, 1999.
------------------------------------------------------
5 Ali Şeriati, Mahmut M. Taha, İhsan Eliaçık, Muhammed Nur Denek bu çizgidedirler.


KAYNAKÇA
Cesur, Ertuğrul. ‘İslam’ın Sol Yorumu’ İslâmiyât Dergisi, Cilt 5, Sayı 2, Nisan-Haziran 2002, s.69-70
Denek, Muhammet Nur. ‘İslam, Eşitlik ve Sosyal Adalet’, Phoneix Yayınevi, Ankara, 2010
Marx K.- Engels F. ‘Din Üzerine’, Çev: Kaya Güvenç, Sol Yayınları, Ankara, 1976.
Marx K.- Engels F. ‘Alman İdeolojisi’, Çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1976.
Giddens, Anthony. ‘Sosyoloji’, Çev: Hüseyin Özel vd. Ayraç Yayınevi, 2000.
İnsel, Ahmet. ‘İktisat İdeolojisinin Eleştirisi’, Birikim Yayınları, İstanbul, 2006.
Mardin, Şerif. ‘Türkiye’de Toplum ve Siyaset’, İletişim Yayınları, İstanbul 2009.
Kaygusuz, İsmail. ‘İslam İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve Aleviliğin Doğuşu’, Su Yayınları, İstanbul, 2005.
Özdoğan, Kazım. ‘Bir Özgürlük Teolojisinin İmkânları Üzerine’, Birikim Dergisi, Sayı 250, Şubat 2010, s. 26-36
Küreselleşme Bağlamında Kapitalizm

İbrahim Mavi
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Sosyoloji Yüksek Lisans
‘Kapitalizm Gölgesini Satamadığı Ağacı Keser’
Karl Marx
 

Giriş

           Küreselleşme 1960’lı yıllarda yeni yeni tartışılmaya başlanan bir konu iken, günümüzde bu tartışma yeni boyutlar kazanmıştır. Küreselleşme algısı modern-post modern literatürde geniş yer bulmakla beraber, taşıyıcı unsurları olan liberalizm ve kapitalizm ile birlikte anılan bir süreci ifade etmektedir. Sınırların ortadan kalktığı ve dünyanın “küresel köy” haline geldiği üzerinden başlatılan küreselleşme tartışması, aynı zamanda içinde iktidar, demokrasi, kapitalizm, modernizm, ulus çağının sonu, post modernizm, geniş kitlesel iletişim ağı, medya tartışmalarını da beraberinde getirmektedir. Özellikle sosyal bilimlerin merkezi konumlarından biri haline gelmiş olan kapitalizm süreci, Küreselleşme ile beraber ele alınınca, gerek globalleşen medya ağı, gerek ulus devletlerin sonu tartışması, yeni pazar alanları, liberal politik sürecin başlangıcı, belirli ülkelerin hegemonik ilişkiler bağlamında kültürel yayılma politikalar izlemeleri gibi süreçlere ortam hazırlamıştır. Tüm bu tartışmaların içinde geniş bir yere sahip olan küreselleşme kapitalizm ilişkisi, nihayetinde pazar alanları, ekonomik güç ilişkileri, siyasi rant kavgaları, küresel terörizm algısının oluşturulup, ülkeler arası çatışmayı içinde barındırdığı gibi, büyük çapta kitlesel imha silahları, salgın hastalıklar ve küresel bağlamda ekolojik sorunların da yaşanmasında önemli rol oynamaktadır. Bu süreçlerin tamamı ele alındığında ortaya ABD gibi büyük güçlerin ve günümüzde devasa güç olmaya başlayan Çin, Japonya ve diğer Avrupa ülkelerinin siyasi, sosyal ve kültürel çıkarları çıkacağı gibi en önemli etken olan ekonomik dengelerin merkezi tartışması haline gelecektir. Bu bağlamda küreselleşme kapitalizm ilişkisi bu konunun önemli kısmını oluşturmaktadır.

Küreselleşme

          Sosyal bilimlerin alanına “küresel köy” olarak giren ve bu kavramsal çerçeve ile tartışılmaya başlanılan küreselleşme/globalleşme algısı, beraberinde farklı boyutlar yaratarak, hemen hemen her alanda yeni tartışma alanları yaratmıştır. Bu tartışmaların odağında olan küreselleşme ve diğer alanlar ile ilişkisi bir bütün halinde ele almak olanaksız bir hal almıştır. Bu nedenle küreselleşmenin ekonomik güç dengeleri ve kapitalizm ile ilişkisi bakımından ele alınması konuyu mikro düzeye indirgeyecektir. Küreselleşme kavramı da bu çerçeve de ele alınmıştır. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra ilgi odağı haline gelen küreselleşme sistemi bağlamında birçok düşünür, bu sisteme bağlı olarak kültür, kimlik, toplum, ideoloji, millet ve ulus, ekonomi, siyasi-politik vb.… birçok alanla ilişkisini ele almıştır. Marshall Mcluhan’ın (2001) “Küresel Köy” olarak adlandırdığı küreselleşme, farklı ülkeler arası ekonomik ilişkilerin birbiriyle bağlantılı olma aşamasına geldiği bir sistemi kavrar. Robertson (1999:21) “tüm dünyanın tek bir mekân olarak billurlaşması”, “küresel insanlık durumunun ortaya çıkması” ve kelimenin tam anlamıyla “dünya bilinci” olarak tanımlar. Waters (2001) ise küreselleşmeyi siyasal, toplumsal ve kültürel düzenler üzerindeki coğrafi sınırlamaların kalktığı bir süreç olarak tanımlıyor. Chomsky (2002: 84) küreselleşmenin uluslar arası entegrasyon anlamına geldiğini, öncelikle özel güç yoğunlaşmalarının çıkarına hizmet ettiğini ve başka herkesin çıkarının önemsiz olduğunu savunarak, özel bir biçim olan “Neo Liberalizm” olarak adlandırılması gerektiğini savunur. Özellikle Post endüstriyalizm ile beraber teknolojik araç gereçlerin gelişmesinin etkisiyle beraber toplumla olan ilişkiler bağlamında ele alınan konular fazla olmuştur. Gelişen telekomünikasyon ağı, iletişim ağı, ulaşımın teknolojik gelişmelerle beraber zaman-mekân sıkıştırılması, endüstriyel olarak ortaya çıkan televizyon, bilgisayar gibi araçlarla beraber dünyanın her yerinden haberdar olunması: ekonomik anlamda çok uluslu şirketlerin çoğalması, IMF, Dünya Bankası gibi büyük örgütlerin dünya sistemine etkisi Küreselleşme de etkili olan unsurlardır.

         Geniş bir ifade ile küreselleşme olgusu, dünya ekonomisini oluşturan sosyal ve ekonomik parçaların birbirleriyle ve dünya piyasalarıyla bütünleşmesi olarak düşünülebilir. Ticaretin ve sermaye akımlarının serbestleştirilmesi, küreselleşmenin en dar tanımıyla ekonomik boyutudur. Küreselleşme, ekonomik verimlilik sağlanabilmesi için sermayenin dolaşımı, teknoloji transferleri, mal ve hizmet ticaretinde karşılaşılan her türlü toplumsal ve yasal kısıtlamaların kaldırılması gerektiğini savunmaktadır. Dünyada küreselleşme sürecine yön veren dinamikleri dört ana başlık altında toplayabiliriz; (i) kapitalizmin altın çağı boyunca süren yüksek birikim temposunun yarattığı aşırı üretime dayalı kriz, (ii) söz konusu dönemin sermaye/emek çelişkisine damgasını vuran Fordist-endüstriyel ilişkilerin beslediği kâr sıkışması, (iii) uluslararası kapitalist rekabetin yoğunlaşması, (iv) finansal sistemin serbestleştirilmesi sonucu yükselen sermaye ve spekülatif birikim tercihlerinin sanayi yatırımlarının önüne geçmesi (Yeldan, 2002: 12) Bu gelişmeler, 1970’li yıllardan itibaren ekonomik ve siyasi sınırlarına ulaşmış ve lider ülkelerin büyüme hızlarında ciddi düşüşler yaşanmaya başlanmıştır.
Küreselleşmeyle beraber sermayenin dolaşım döngüsü artık tek tek ülkeler düzeyinde değil, küresel düzeyde gerçekleşmeyse başlıyor. Chomsky’ye (2002: 211) göre küreselleşme kendini teknik bir kılıkta sunmaktadır. Bu tek bir küresel piyasaya doğru birleşmedir ki her yerde tek fiyat ve tek ücret olması anlamına gelir. Fakat bunu tam tersi olduğunu savunan Chomsky, eşitlikten ziyade küreselleşme gelir dağılımı dikkate alındığında aksine eşitsizlik hızla artmaktadır diyor. Küreselleşmenin bu eşitsizliği, bazı ülkelerin işine gelmekte ve adaletsiz bir gelir dağılımı oluşturarak kendi sistemlerini yürütmeye çalışan egemen güçlerin uyguladığı politikalarla özelikle serbest ticaret anlaşmaları gibi anlaşmalarla beraber ticari anlamda bir etkileşim meydana getirmekte ve bunun başını yine küreselleşmenin ideolojikleşmesine neden olan ABD gibi büyük güçler çekmektedir. Bu amaç uğruna birçok anlaşma imzalamış ve uygulamaya da koyulmuştur. Bunun gibi birçok alanda sadece kendi amaçları uğruna bir çalışma yürütmektedirler. Chomsky’ye (2002:84-85) göre uluslararası entegrasyon anlamına gelen küreselleşme Kendini uluslar arası entegrasyonun özel bir biçimi, “neo liberal” olarak adlandırmaktadır. Bunun yeni bir şey olmadığını iki yüz yıllık bir liberalizm kalıntısı olduğunu ve liberal sermayenin devamını sağlama amaçlı oluştuğu açıkça görülmektedir. Liberal sistemin savunucuları olan emperyalist ülkeler bunun başını çekmektedir. Bunun yanında ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle beraber sermaye sahipleri kendi ekonomik sistemlerini kolayca yayabilmiştir. Robertson (1999: 297-298) şöyle bir ekonomi etkeninden bahsetmektedir;

Küreselleşme sorunu kuşkusuz kendi başına çağdaş dünya hakkında sorulması gereken önemli sorular menzilini tüketmektedir, genelde küreselleşme üzerine odaklanma bunları değerlendirmenin temel bir yoludur. Bu tür bir soru 1980’lerdeki bazı küresel ekonomi gözlemcileri tarafından tanımlanan üçlü dünya doğrultusundaki yönelimlerle bağlantılı olarak gündeme gelmektedir. Üçlü senaryoda dünya, ekonomik ve siyasal olarak ekonomik açıdan egemen üç alana bölünmektedir: Doğu Asya, Avrupa ve Amerika. Her alan egemen bir ekonomik güce sahiptir: Japonya, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri. Bu genel küresel üçlü güç düşüncesi kısmen, komünizmin Orta ve Doğu Avrupa ile eski Sovyetler Birliği’nde çöküşünden önce sunulmuştur. Yine de, bu temel üçlü bölünme düşüncesi oldukça anlamlıdır: Sovyet imparatorluğunun açıkça ortadan kayboluşu bu senaryoyu geçersiz kılmaktan çok onu karmaşıklaştırmaktadır. 1990’ların başlarındaki korumacı duyguların temel yörüngeleri aslında bu senaryoyu doğrulama eğilimindeydiler. Ne var ki bu üçlü senaryo sosyolojik bir bakış açısından büyük ölçüde yoksundur, çünkü naif bir biçimde küresel ekonomideki eğilimler üzerinde yoğunlaşıp siyasal ve toplumsal kültürel sorunların önemini göz ardı eder.

            Küreselleşme aslında sanayi devrimi ve Fransız İhtilali gibi önemli sosyolojik etkileri olan devrimlerden bağımsız düşünülmemelidir. Çünkü bu devrimlerin etkisiyle oluşmaya başlayan Modernizm süreci arka planda yeni gelişmeler doğurarak küreselleşmenin gelişmesinde önemli gelişmeler sağlamıştır. Modernliğin getirdiği bu düşünce sonucunda oluşan bu modern ötesi toplum düşüncesiyle beraber artık siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik anlamda bir değişim görülmenin yanı sıra, daha ileri bir aşama tasvir edilmekte ve özellikle bu post modernizemin sonucu ve gereği olarak düşünülen, post-endüstriyalizm, ileri bir aşamada olan teknolojik gelişme yaratma adına çaba göstermektedir. Bunun yanında post-izm’lerin artışı oluşumunda hep eskiye olan inanç yıkılmakta, ileri bir toplum düşüncesi benimsenerek her zaman bir son yaratılıp, bunun sonunda bir başlangıç tasarlanmaktadır. Bunun sonucunda oluşan toplumsal farklılıklar insanlar arası ilişkilerde bazen ileri düzeye erişecek olan bir kopma gösterecektir. Özellikle Guénon’un (1999: 160) bu anlamda vurguladığı bir nokta vardı: “Eğer tüm insanlar gerçekten modern dünyanın ne olduğunu anlasalardı, modern dünya derhal var olmaktan çıkardı ve o anda yok olurdu; çünkü onun varoluşu bilgisizliğin ve sınırlı olan her şeyin varoluşu gibi olumsuzdur; o ancak geleneksel ve insanüstü (suprahumanie) hakikati inkâr ederek vardır” diyor. Konunun bu açıdan incelenmesine baktığımızda özellikle kendini bu anlamda bilgisiz yetiştiren birey ve toplumlarda karşıt bir görüş benimseyeyim derken bilgi birikimi ve perspektifi yetersiz bir aşamaya ulaşmaktadır. Bilgisiz bir kitle kültürünün var olmasını ortaya çıkaran kapitalist tüketim kültürü sürekli bireyleri bilgisiz ortamlarda kendi var ettikleri bilgilerle donatarak kendi işlevleri dışında çalışmalarını yönlendirmektedir. Modern kapitalizm olarak adlandırılabilecek sistemin bu bireyselleştirici ve gelenekselcilik karşıtı duruşu karşısında bilgisizce davranmak toplumsal alanda birçok sorun ve tehlikenin oluşmasına neden olmaktadır. Giddens’ın üzerinde durduğu anlamda vurgulamak gerekirse toplumda artık “risk, güvenlik, tehlike” kavramları yerleşmeye başlamış ve toplumun birbirinden kopuk güvensiz bir ortamda yaşanmasına sebebiyet vermektedir. Özellikle Giddens’ın zaman-uzam kavramlarına baktığımızda gelişen teknolojiyle beraber iletişim ve ulaşım alanındaki gelişmeler korkutucu bir gelişme göstermekte ve devletlerarası oluşan rekabeti artırarak sınır ötesi yerleşimlere zemin hazırlamakta ve artık uzam-zaman kavramları yok olmaktadır.

Bu dönemde, dünya çapında bir kapitalist sistemin ve onunla birlikte olağanüstü teknolojik değişmelerin ortaya çıktığını gördük. Bu gün yerküre üzerinde uçaklar dolaşıyor ve birçoğumuz, evlerimizde otururken, Internet yoluyla dünyanın öbür ucundaki insanlarla anında temas kurabiliyor ve metinler, grafikler indirebiliyoruz. 1996 Ocağında, astronomlar, artık çok daha iyi, evrenin tahmini büyüklüğünü beş katına çıkaracak kadar daha iyi ‘gördükleri’ni ilan etmişlerdir. Artık uzayda her birinde milyarlarca yıldız olan milyarlarca galaksiler olduğundan, bunların bilmem kaç ışık-yılı büyüklüğünde bir alanı kapladığından bahsediyoruz. Söz konusu astronomlar aynı zamanda bu yıldızlardan ikisinin etrafında dünyaya benzer gezegenler olduğunu daha yeni açığa çıkardılar; ilk defa bu tür gezegenler buluyorlar ve dediklerine göre bu gezegenler karmaşık biyolojik yapıları destekleyebilecek iklim konumlarına sahip, kısacası bunlarda hayat olabilir. Yakın zamanda daha böyle kaç gezegen daha keşfedeceğiz? Beş yüz yıl önce, Bartolemeu Diaz’ın gemiyle Hint Okyanusu’na ulaşmış olması büyük bir şey sayılıyordu, ama şu anda önümüzde olan egzotik imkânları o bile hiçbir zaman hayal etmemişti (Wallerstein, 2003: 135).

Küreselleşme ve Kapitalizm İlişkisi

            Kapitalizm Karl Marx tarafından önemli bir şekilde ele alınarak, burjuva proleter sınıf ayrımı üzerinden tartışılan ekonomik ilişkilerin tanımlandığı bir sistemi ifade etmek için kullanılmıştır. Karl Marx’ın toplum aşamaları şeklinde tasvir ettiği sistemin önemli bir aşaması olan kapitalizm de sömürü ilişkileri, burjuva sınıfının egemenliği, proleterlerin para karşısında sattıkları emekleri ve yabancılaşma kavramları çerçevesinde tanımlanmaktadır. Karl Marx’ın Komünist Manifestosu, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ve Kapital eserleri kapitalizmin tanımlanmasında ele alınabilecek önemli eserlerdir. Karl Marx toplumları İlkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist ve komünist aşamalar çerçevesinde sınıflandırarak ele aldığı görüşlerinde kapitalizm üzerinde yoğun bir tartışma yaratmıştır. Tarihin ekonomik açıklaması da olarak tanımlanabilecek bu süreç, sanayi devriminin oluşumu ve sermaye sahipleri ile proleterlerin çatışma içinde olduğu sistemi anlaşılır kılmaktadır. Sanayinin yoğun olarak geliştiği ülkelerin ekonomik sistemlerinin tanımlanmaya başlandığı 1800’lü yıllardan itibaren kapitalizmin bir eleştirisini sunan Marx, kapitalizmin belirleyici unsurları olan, emek, ücret, sanayi işçisi, sermaye, kar, Pazar alanları, kol gücü, sömürü, çatışma ve ideoloji kavramları ile beraber bir tanımlama içine girerek, sosyalist toplum aşamasına geçiş süreci için kapitalizmin üzerinde durmuştur. Özellikle sınıfsal bir toplum oluşumunun arttığı kapitalist süreçte proleterler burjuvayı alt ederek çatışmalı süreci sona erdirecek görüşünü de öne sürmüştür. Kapitalizm çok geniş bir tartışma gerektirdiği için burada kısmi bir tanımlama ile yetinmek zorunda kalınmıştır. Çünkü kapitalizm başlı başına ele alınıp, bütün boyutları ile araştırılması gereken bir konudur. Konumuz küreselleşme kapitalizm ilişkisi olduğundan dolayı, kapitalizm ve küreselleşmenin birbiri ile ilişkisi üzerinde durulmaktadır. Teorik arka planda tartışma yaratan bir kapitalizm ilişkisinden ziyade, günümüzde hemen hemen her toplumun içine yaygın olarak işlemiş olan kapitalizm süreci küreselleşme boyutunu da içine alır bir nitelik kazanmıştır.

           Giddens, (1998: 61-63) Modernliğin kurumsal boyutlarına değinerek, bir biriyle ilişkili olan ve kimi zaman biri diğerini besleyen “kapitalizm, Gözetim, Askeri İktidar ve Endüstriyalizm” bu ekonomik düzenin farklı biçimlerini gösterir. Bu boyutlar içerisinde önemli bir yere sahip olan kapitalizm, tartışmayı farklı boyutlara taşımada önem taşımaktadır. Bu ekonomik düzende kapitalizm toplumsal alanda oluşan ekonomik boyutun oluşum ve dönüşümüyle ilgili olarak dünya konjonktüründe emek, sermaye, Pazar olanakları, pazarın ayılımı, rekabet ve sosyal-siyasal alanın etkileyen unsurlarla ilişki içindedir. Endüstriyalizmin yükselişe geçmesiyle beraber bu kapitalist sistem dünyanın hemen hemen her alanına etki etmeye başlamıştır. Endüstri Devrimiyle beraber gelişen teknolojinin daha fazla üretimle beraber rekabet, daha fazla pazaryeri oluşturmuş ve bunun yanında askeri alanla ilgili olarak kitle imha silahları yaratılmış, bulmaya çalıştığı pazaryerini bu askeri kanatla iç içe olarak bulmaya çalışmış ve çatışmaları yaratarak emperyalizmin gelişmesine katkı sağlamıştır. Küreselleşmenin bir anlamda emperyalizmin taşıyıcısı olduğuna dair görüşler yoğun bir tartışma yaratarak, sürece aktif olarak katılan güçleri de tanımlamaktadır. Bu görüşler çerçevesinde bakıldığında ekonomik güçlerin oluşumu ve kültürel yayılmacılık emperyalizm sürecinin önemli boyutları olarak ele alınabilir. Modernliğin oluşumuyla beraber kapitalizm de bu modern araçlarla kendini şekillendirmeye ve küreselleşme olgusunu yenilemeye devam etmektedir. Küreselleşme olgusu aynı zamanda gözetim, denetleme olgusunu da beraberinde getirerek, büyük güçlerin dünya sisteminde egemen olmalarını sağlamışlardır. Bu anlamda gözetleme, modernliğin yükselişiyle ilgili olan bütün örgütlenme türlerinin özellikle de karşılıklı gelişimlerinde tarihsel olarak kapitalizmle iç içe geçmiş bulunan ulus devletin temelidir (Giddens, 1998: 65).

Ulus devletler kapitalizmle iç içe olan ve askeri kanatla daha yakınlığı olan bir yapılanma olarak çalışma alanı bulmaktadır. Çünkü ulus devletin milliyetçilik politikasından dolayı kendinden olmayanı dışarıda bıraktığı için dışa karşı bir güvenlik oluşturmaya çalışacak ve askeri alana daha fazla önem verecektir. Bu da karşılıklı silahlanmaya gitmeyi etkileyerek kapitalizmin her iki tarafa da teknoloji sağlamaya çalışacak ve ulus devlet bu temeli oluşturacaktır. Askeri gücün sekülerleşmeye hizmetinden dolayı sivil halk üzerinde etkisi artmış ve kullandığı endüstriyalizmin sonucu olarak teknolojik silahlarla otoriteyi sağlamıştır. Giddens (1998: 67)

“Eğer modern kurumların ivmelenmesini ve yaygınlaşmasını sağlayan en önemli kurumsal unsurlardan biri kapitalizm ise, diğeri de ulus devlettir” diye vurgular. Bunu aslında Giddens’çi anlamda “zaman-uzam uzaklaşması, yerinden çıkarma ve düşünümsellik” kavramlarıyla açıklamak daha doğru bir çözümleme olmaktadır. Kapitalizmin yaygınlık kazanmasıyla beraber yayılan modern kurumlar, günümüzde artan iletişim ve ulaşım alanındaki gelişmeler zaman-uzam kavramını kısıtlamıştır. Belirli bir zamanda yer edinen kurumlar dönüşerek uzaklığın öneminin kalmadığı bir dünya da her alana yayılmıştır. Ulus devletler ise aslında geleneksel dönem anlayışı olmasına rağmen artık onlarda toplumsal ve ekonomik kaynaklarını modern dönemden faydalanarak ileri bir aşamaya götürmeye başlarlar. Marshall Mcluhan’ın “küresel köy” tanımlamasına baktığımızda vurguladığı küreselleşme tanımında bunu açıkça göstermekte, ulus devletlerden ziyade küresel bir hal alan bir dünya düzeninin oluştuğunu ve kurumsal anlamda bir yayılmanın oluştuğunu vurgulamaktadır. Modernliğin küreselleşmesi olarak algılanabilecek olan bu küreselleşme algısı aslında kendini modernliğin sonucu olan kurumsal ve teknolojik araçlara yetiştiren kapitalizmin bir yenilenmesi olarak ta algılamak gerekmektedir. Çünkü küreselleşen dünya da artık sınırların olmadığı bir algılayışla Pazar olanakları artmış, teknolojik gelişmeyle zaman-uzam kavramı değerini kaybetmiş, özellikle belirli tekelci devletlerin hizmeti dahilinde düzen kurulmuştur. Bu da Amerika gibi ülkelerin tekelciliğine ve otoriterliğine hizmet eden bir modern kapitalizmin olduğunu desteklemektedir.

           Özellikle modernliğin küreselleşmesinin ideolojikleşmesi bunda en büyük pay sahibidir. Çünkü küresellik ideolojisi belirli iktidarların ideolojisi olmaktadır. Artık modern kapitalizmin küresel bir hal aldığı tartışmalarını yanı sıra tarih, ideoloji hatta dünyanın sonu tartışmaları olmakta her düşünce karşı reform oluşturma adına bir son belirlemektedir. Küreselliğin kapitalizmi beslemesi daha doğrusu küresellik adı altında kapitalizmin kendini yenilemesi 1990’lı yılların basına ve komünizmin çöküşünü denk gelmektedir. Bu anlamda kendini yenileyen bir Neo kapitalist sistemle beraber modern kapitalizm dönüşümsellik adı altında bir son hazırladığı modernizmin kapitalist modernizm versiyonunu oluşturmaktadır. Yeni bir kapitalist ideoloji şekli olan Küreselleşmenin etkisi kendi benimsediği şekilde bir değişimi ve dönüşümü getirmektedir. Günümüzde küresel güç halini aşmış olan ülkelerin, özellikle üçüncü dünya ülkeleri ve Ortadoğu ülkelerine yönelik izledikleri politikaya bakıldığında ekonomik çıkarların ön planda olduğu görülecektir. Demokrasi algısının geliştirilmeye çalışıldığı bu tartışma da insan haklarının gözetilmesindeki kısıtlı koşullar, kapitalist ekonominin doymak bilmeyen ham madde arayışında rol oynamaktadır.
Küresel yayılma politikaları az gelişmiş ülkelerin üzerinde yeni politikalar izleyerek gerektiğinde o ülkenin ham maddesine el koyabilmekte, gerektiğinde bunu çeşitli kılıflara büründürerek ülkenin iç işlerine karışabilmektedir. Özellikle ABD’nin Afrika’nın belirli ülkeleri, Afganistan, Irak, Lübnan ve diğer Ortadoğu ülkelerine karşı izlediği yöntemlere bakıldığında küreselleşmenin etkisi görülecektir. Özellikle yeni Pazar arayışları, ekonomik çıkarlar, sömürü ilişkileri bağlamında ele alınabilecek olan bu tartışma Neo kapitalizmin yeni versiyonu olan küreselleşmenin yayılmacı politikalarını gözler önüne sererek, kapitalizmin farklı bir versiyonunu açıklamada önem arz etmektedir.


Kaynakça
-BERMAN, Marshall (1994), Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, Çev.
Ümit Altuğ-Bülent Peker, İletişim yayınları, İstanbul
-CHOMSKY, Noam (2002), 11 Eylül ve Sonrası: Dünya Nereye Gidiyor?, Çev. Taylan Doğan-Nuri Ersoy-Mehmet Kara- Ali Kerem, Aram Yayınları, İstanbul
-ÇİĞDEM, Ahmet(1997) Bir İmkan Olarak Modernite, İletişim Yayınları, İstanbul
-GİDDENS, Antony (1998), Modernliğin Sonuçları, 2. baskı, Çev. Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
-GUENON, René (1999), Modern Dünyanın Bunalımı, Çev. Mahmut Kanık, Verka Yayınları, Bursa
-HALL, Sturt (1998a), Eski ve Yeni Kimlikler, , Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Der. Antony D. King, Çev. Gülcan Seçkin-Ümit Hüsrev Yolsa, Bilim Sanat Yayınları, Ankara
-KEYMAN, E. Fuat(2000), Küreselleşme, Devlet, kimlik farklılık, Çev. Simten Coşar, Vadi Yayınları, İstanbul
-MARSHAL, Gordon (1990) Sosyoloji Sözlüğü, Çev. Osman Akınbay-Derya Kömürcü Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara-MCLUHAN, Marshall (2001), Global köy, Çev. Bahar Öcal Düzgören, Scala Yayıncılık, İstanbul
-ROBERTSON, Roland(1999), Küreselleşme, Toplum Kuramı ve Küresel Kültür, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Bilim Sanat Yayınları, Ankara
-SKIRBEKK & GILJE, Gunnar&Nils, 2006, Antik Yunan’dan Modern Döneme, Çev. Emrah Akbaş-Şule Mutlu, Kesit yayınları, İstanbul
-SMİTH, Antony D.(2002) ‘Küreselleşme Çağında Milliyetçilik’, Çev. Derya Kömürcü, Everest Yayınları, İstanbul
-TANYELİ, Uğur (2003), Modernizmin Sınırları ve Mimarlık, Modernizmin Serüvenleri, Haz. Enis BATUR, YKY, İstanbul
-TOURAINE, Alaın (2008), Modernliğin Eleştirisi, (Çev. hülya tufan), YKY, İstanbul
-TURNER, Bryan S.(1996), Oryantalizm Postmodernizm ve Din, Postmodernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm, Çev. Yasin Aktay, Der. Abdullah Topçuoğlu-Yasin Aktay, Vadi Yayınları, Ankara
-WAGNER, Peter (1996), Modernliğin Sosyolojisi, Çev. Mehmet Küçük, Sarmal Yayınevi, İstanbul
-WALERSTAİN, Immanuel (1998) Dünya kültürü Diye Bir Şey Olabilir mi, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Der. Antony D. King, Çev. Gülcan Seçkin-Ümit Hüsrev Yolsal, Bilim Sanat Yayınlar, Ankara
-WALLERSTEİN, Immanuel (2003) Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul
-YELDAN, Erinç ( 2002) Küreselleşme, Kim İçin?, Yordam Kitap, İstanbul
Sunuş yerine…

Adorno, yüzlerce yıldır tartışılan ‘bilimsel yöntemin nasıl olacağı’ problemine sessiz sedasız son noktayı koymuştu; bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar. Bilim ile uğraşan insanların bir sistem dâhilinde ve sistem tarafından yönlendirilmesi, bilgide kuşku yaratır. Bu durum özellikle ‘aydın’ kesimde net bir biçimde görülür. Tiraj peşinde olan bir gazetede ‘gazete adına ‘ beyin işçiliği yapmak ve yine ‘bilim adına’ yola çıkmış, ancak kar döngüsünden kendini kurtaramamış bir dergide yazar olmak çoğu aydının arzu ettiği bir durum olmasa da; Kalemi eline alan yazar, patronunun kafasıyla düşünür. Nasıl ki bir işçi emeğinin sömürüldüğünü bile bile patronuna ‘itaat’ ediyorsa aydın da çalıştığı yayın grubunun fikirlerinin dışına çıkmamak ‘zorunda’ bırakılmıştır. Bu bağlılığı sağlayan ne yazık ki maddi öğelerdir.
‘İnsan doğası gereği bilmek ister’. Dağ başında küçük kulübesinde yırtık kitaplarıyla kıssalarda yer alan bilgenin bilgisi değildir söz konusu olan. Kapitalist dönemin; ‘maddiyat’la oluşturulan, alınıp satılan ve gerektiğinde aynı güçle önü kesilen bilgidir. Bu durumda yazarın yorumuna güvenmek, patronuna güvenmek kadar tehlikeli bir durumdur. Bilgi ve bilgiye sahip olma isteği doğaldır; bunun para gibi bir döngüsünde yer alması bilginin belki de en kısır olduğu döneme denk gelir.
Sosyal bilim, modern çağın bağrından çıkmış ve yine modern çağı anlamaya yönelik bir uğraş olarak bilinir. Özelde modern toplum ise sosyolojinin araştırma alanıdır. Günümüzde çokça kendini ‘toplum mühendisi’ olarak tanıtan ‘sosyolog’lara rastlıyoruz. Televizyonlarda sıkça siyasetle sosyolojiyi birbirine karıştıran bu kesim, aslında yukarıda değinilen ‘parayla bilgi üreten’ aydınlardan bir adım ileriye gidemeyenlerdir.
Modern dünyada kapitalizmin kar güdüsünden sıyrılarak bilgi üretmek ve yaygınlaştırmak gerçekten zor ve çetrefilli bir iştir. Çoğu zamanda bunu tamamıyla gerçekleştirmek mümkün değildir. Yazar elbette ki özgürce yazabilir, editör etik bir şekilde değerlendirebilir ve yayın kurulu yazıyı manipüle etmeden yayıncıya ulaştırabilir. Buraya kadar ki kısım olağan ve azda olsa günümüzde rastlanabilir bir durumdur. Ancak her ne kadar ‘gönüllü’ bir inisiyatif tarafından yazılar yazılmış olsa da yayın evresine gelindiğinde ne yazık ki okuyucu bir bedel ödeyerek yayına ulaşmaktadır. Bu sebeple Panopticon’u sadece basılı olarak değil; bugün hemen hemen herkesin kullandığı internet ortamında1 da sizlere sunuyoruz.

Panopticon, Jemery Bentham’ın 1975 yılında tasarladığı bir hapishane modelidir. Panopticon’u diğer hapishanelerden ayıran, üst üste bindirilen hücrelerin daire biçiminde sıralanması ve ortasındaki kulede gözetleyenin olup olmadığı bilinmemesine rağmen, yine de hücredekiler üzerinde bir iktidar kurulmasını sağlayan hapishane modeli olmasıdır.
Panopticon adını dergimize neden verdiğimiz, sıkça sorulan soruların başında geldi. Amacımız bir sosyal bilim dergisi olarak toplumu bir tahakküm içinde veya gizlice gözetlemek değildir elbette. Aksine Modern çağın panopticon kuleleri yani güvenlik kameraları, dinleme sistemleri, takip etme ve kısıtlama cihazları eleştirdiğimiz, etik bulmadığımız mekanizmalardır. Biz panopticonla toplumun bütününü gözetlemeyi değil, rızaları dâhilinde gözlemlemeyi hedef edindik. Modern dünya zaten makro bir biçimde devlet tarafından gözetlenir durumda. Biz gözetlenen kesim olarak, gözetleyen-gözetlenen tümünü araştırma kapsamımıza alarak yola çıktık ve her zaman taraf edindiğimiz bir isimle değil de eleştirdiğimiz ismi alarak yolumuza devam ediyoruz.
Gözlemleme sırası ‘hücredekiler’de…

Yayın Kurulu